Bakış Açısı - II

İnsan hayatı su gibidir. Akıp gider zaman, zamanın içinde zamanı fark edemeden, akıp giden bir su gibi. Hiç birimiz bunun farkına varmayız, vardığımız anda bile sadece anlıktır. Her zaman işlerimizi yapmaya, sorumluluklarımızı gerçekleştirmeye yönelik sürekli bir plan içersinde yaşarız. İnsanların hayatları her şeyde plana mahsus mudur? Zamanın değerindeki ince çizgide plan üzerine yapılmış zaman tohumları gibi hayatımızı mahfetmeye yönelik atışlar yapıyoruz ve onları büyütüyoruz. Elimizde büyüttüğümüz zaman birikimi belli bir yaştan sonra solmaya başlıyor o zamanda yeşertmeye çalışıyoruz. Yaşlı insanlarında çoğu yaptığı şey de işte bu.. akıp giden zamanı anlayana kadar ‘’ iş işten geçmiş ‘’ oluyor ve hayatın değerini anca hayatımızın son anlarında yani hayatımız solmaya başlayınca anlıyoruz.

Yaşam Ve Bilinç

İnsanların yaşamları kendilerine özgüdür ve bir birey olarak insan toplumsal  bir varlıktır. Düşünceleri, davranışları, giyimi  vb. bir sürü kendileri özgü bir ‘’tarz’’ ları vardır. Peki neden insan kendisini toplumdan bu şekilde farklılaştırır? Ya da kendisini farklı hisseder?

Her şeyin ortak olduğunu ve kıyafetlerin bile aynı tür, aynı renk olduğu düşünelim. Herkes mekanikleşmez mi? Yiyeceklerin bile aynı olduğu ve dışarıya çıktığınızda üstünüzde standart bir kıyafet olduğu bir toplumda, insanları sadece yüzlerden,konuşmalardan,davranışlardan ayırt edebiliriz. Begüm’ün diğer Begüm’den farkını böyle anlayabiliriz. Robotlaştığımızı fark edip belki de bu durumdan sıkılabiliriz.

Bu durumda farklılaşmaya doğru gideriz. Bizi tamamlayan ve tanımlayan giysiler,takılar,kıyafetlerdir. Bu şekilde toplumda pek çok insan ortaya çıkar. Rock dinleyenler, klasik müzik sevenler, sanatla uğraşanlar, moda ile uğraşan insanlardır. Çok çeşitli insanlık. Marka üzerinden kendilerini değerlendiren insanlar var günümüzde. Bunlar   ‘’ kaliteli’’ insanlardır. Para üzerinden değer biçerler hayatlarına. Bu mudur peki farklılaşmak?

Feuerbach ‘’ insan varlığını simgeleyen nesneler olmadan bir hiçtir.’’ Der. Tutkulardan bahseder: ‘’yaptıkları şeyin esas amacını oluşturan hedeflerine ulaşmak. Farklı insanların ortak hedefi aynı amaç üzerindeyse bu hedefin kendi gerçek varlıklarından başka bir şey değildir.’’ Der. İnsan başka bir insanı, o kişiyi yansıtan nesneler sayesinde bilir. Düşünmeden kursak da cümlelerimizi ‘’ bir sıfat ‘’ üzerinden yorumluyoruz ve tanımlıyoruz insanları. Mesela ;’’ Mercedes marka arabası olan Ali’’ derken anlaşılıyor. Bizi yansıtan bu nesneler bir nevi kişiliği ortaya çıkarır ve bizim açık kimliğimizin gerçek egosunu oluşturur.

Eğer bu durum duyusal açıdan böyle ise, insan ‘’ hoş’’ görünmek ve egosunu tatmin etmek için farklılaştırır kendisini. Bilinç bir kişilik özelliği ise farklılaşmanın başında gelir. O zaman biz bilincimizi değil, bilinç bizi yönetmiş oluyor. Bunu da farklılaşmayı ortaya koyarak sunuyor. İnsan insansa, kendi türünde başka bir şekilde düşünülmüyorsa o zaman neden metalci, arabeskçi gibi bilinç katagorilerine ayırıyoruz?  Sen kimsin sorusu ben metalciyim cevabına dönmüş durumda. O zaman Feuerbach ‘ın dediği gibi: ‘’ bilinç ve kendini bilmek birbirine zıt durumda.’’

Son olarak Karl Max’ın şu sözünü yazmak istiyorum.
‘’ yaşamı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen yaşamdır.’’

Her şey bunun üzerine midir?

Not: bu yazımda siyasi bir durum söz konusu değildir.



Terapi Üzerine...





Hayatı anlamak bazen kendimi anlamaktan geçiyor. Kendimi anlayabilirsem,çevremi de anlayabilirim belki de. Sorun bende, farkındayım. Dışarıya neden böyleyim? Çok sorguluyorum, neden? Her şeyi ayrıntısını ve fazlasını neden istiyorum? Çok geç gülüm... Her şey için çok geç... (mi?) 

Ben Mona Lisa portresi... içimde gizli bir köşesi. Dudaklar gülse bile, Gözlerdeki hüzün gizli...

Yeter! Sabretmek çare değil, sabır bir yere kadar.

Topla kendini topla düzelecek her şey.
DÜZELECEKSİN!
Bu çok bu zor değil.
Yeter ki kendine güven.
Emin ol düzelecek her şey...

Yorgun savaşçı gibiyim şu günlerde, nedendir bilmem soğuk rüzgar yüzüme doğru vuruyor. Sertliğini hissediyorum, hem de hiç hissetmediğim kadar. Bu soğukluk içimi titretiyor. Vücudumdaki ısıyı bile düşürüyor. Yapraklar rüzgar eşliğinde dans ediyor gözümün önünde… Bir ağaç yeşilken, diğer ağaç ise çökmüş, yaprakları bir bir gözyaşı gibi dökülüyor. Rüzgar çok sert, gözyaşlarım buna dayanabilir mi bilemiyorum. Gördükçe hüzünleniyorum. ‘’Yeniden yeşereceksin!’’ diye söylüyorum içimden… Duymuyor beni, dalmış hüzünlü hüzünlü yapraklarına doğru bakıyor, ‘’ne zaman geçecek’’ diye düşünüyordur belki de. ‘’Ne zaman kendimi toparlayacağım?’’ … Her şey için zamana ihtiyacımız var. Kendimizi yenilemek için zamana ihtiyacımız var.
Sadece sert rüzgarın geçmesini beklemek yeterli…
Degil mi?
Yoksa nasıl hayata tutunabiliriz ki?

Kadın üzerine yığılmış tabular,Kadın üzerindeki kontrol: namus kavramı ve ‘’ ben’’, ‘’kendim’’ ayrımı.




Bu kavramları seçmemin nedeni Zehra İpşiroğlu' nun ‘’ Tabu ve Kadın’’ makalesinden etkilenmemdi.
Kadınların üzerindeki tabular, ataerkil köken, erkek egemenliği altında oluşan hiçbir değeri olmayan,fakat bunları değerliymiş gibi kadınlara yükletilen cinsliklerdir. Bunları oluşturan sebepler erkek gücünün daha sert mizaçlı oluşu, yapılarını o şekilde göstermeleri, baskı sonucu kadınları ikinci plana itiyor. Toplumda pek çok yerleşmiş cümleler mevcut ‘’ kadın dediğin höt dediğinde oturmalı’’ gibi. Televizyondaki dizi ve filmler bu tabuların oluşmasında bir parça. Mesela Kadir İnanır’ ın ‘’ Evimin kadını,çocuklarımın anası olacaksın’’ sözü de bu tabuyu destekler. Neden böyle? Asıl önemli olan bu soruyu sormak. Kadın kendine bu soruyu sormadığı sürece bu sorunun bilincine varamaz ve erkeğin altında ezilmeye mahkumdur. İpşiroğlunun dediği gibi kadınlar bu cümleleri içselleştirmiş ve kısır döngü, kurtulmak ise sorgulamakla başlar.
Bir konuda erkek fikirlerini savunduğunda herkez dikkatle onu dinler. O bilgindir her şeyi bilendir. Ama kadın savunduğunda cahildir. O ne bilir ki? Ayrıca kadın isyancı olarak da gözükebilir. Aile içinde bir tartışmaya girdiğinde,fikrini savunduğunda isyancı olarak görülmesi gibi… Bu da bir tabu, çünkü dinlemeyi gerek görmüyorlar.
Kadın üzerindeki en önemli cinsel kontrol namus kavramıdır. Kadının doğurganlığını bu şekilde kontrol altına alma düşüncesi ölümle sonuçlanabiliyor. Zehra İpşiroğlu’nun araştırmasında ki gibi namus kavramını ciddi anlamda anlamını kimse bilmiyor. Mikrafon uzatılıp sorulduğunda erkek kadının omzunu tutarak ‘’ bu benim namusumdur. Tır şöförüyüm, sefere çıktığımda çocuklarımın namusu o’’ diyerek ve ‘’o’’ niteliğinde kadını aşağılayıcı konuma sokabilen gereksiz bir kavram. Gerçekten de kadın ve erkeğin eşit olmadığı erkil toplumda kadın erkeğin malı konumunda. Çünkü bedeni hakkında karar verme yetkisi (!) yok. Aile de kızın namusundan baba, evlendikten sonra eşi sorumlu. Bunu ‘’ kendi‘’ hayatından kendisi sorumlu konuma getirmek önemli. ‘’ çünkü, kadın,erkek herkezin bedeni kendisine aittir.’’ Halk dili ile söyleyecek olursam ‘’ herkesin bacak arası kendisine aittir.’’
Buradan ‘’ben’’ ve ‘’ kendim ‘’ kavramlarına çıktık. ‘’ Ben’’ i kontrol eden toplumdur. Çalışmamı, arkadaşlarımı, ailemi, toplum yönlendirir. ‘’ kendim’’ ise daha özgürleşmiş, istediklerini yapan, toplumdan dışlansa da umurunda olmayan bir içtenlik içerisindedir. ‘’Kendim’’ bir şeyler yapmak, arkadaşlarla gezmek, geç saatlere kadar dışarıda durmak isterken birden ‘’ ben ‘’ ortaya çıkıyor ve engel oluşturuyor. Namusta da öyle. Mesela ‘’ evlenmeden önce olmaz ‘’ düşüncesi kadında ‘’ ben’’ ve ‘’kendim’’ ikilemi oluşturuyor. ‘’ ben ‘’ devreye girince kadın içinde sorguya düşüyor. ‘’ acaba yanlış mı yapıyorum?’’‘’Ben’’ hayatımıza öyle bir yerleşmiş ki ‘’ kendim’’ kavramını zaman zaman unutturuyor.
Bir şey yaparken ‘’ ben yaptım’’ deriz. ‘’ ben ‘’ sıkıştırdıkça ‘’ kendim’’ olmaktan uzaklaşırız. Topluma bağlı yaşamak insanı köreltiyor. Özellikle kadını. O yüzden tabular, cinsiyet ayrımı ortaya çıkıyor. Kadın ‘’ kendim’’ demediği sürece kısır döngüsünde dönmeye devam edecektir.
Sonuç olarak KalınKadın; hapistir ve demirlikleri toplum tarafından oluşur. Ondan kurtulmanın tek yolu; düşünmek ve sorgulamaktır.

Görünen nedir?



Sevgiliyi beklemek sevgi açısından bir kelebegin ömrü oldugu kadar zamana eş deger,ya sevgi öldükten snr sevgiliyi beklemenin ne anlamı var?
Platonik aşk böyle degil midir? Beklersin hayaller kurarsın fakat onun karşılıgını alamazsın...Onu gördügünde heyecana kapılırsın, ellerin titret degişik bir hal alır tüm bedenin. Çözemessin ama adına aşk dersin...
Peki ya onun sana olan durumu? Sana belki ümit verirken ( belki bilerek belki de farkında olmadan) onun hissettiklerini anlayabilir misin? Davranışlarını kendine göre yorumlarsın. Çünkü sen ona o an aşıksındır. Sende bu bir perde oluşturuyor ve onun kötü yanlarını görmezsin. Hep iyiyi düşünür kötü aşkın perdesi olur.
Kalk etrafına bak o an sana insanlar nasıl gözükücek! desen bile, onun için pembe panjurlu ev hayali vardır gözlerinin önünde.
Aptal aşık görmez dünyayı gerçekleri ile... Görünen dünyayı görse bile kelebek gibi kısa sürede ölmeyi isteyebilir belkide...

inançsız doktor



Evet evet…
Herkeze söyledim,
Her defasında karşıma çıksa bu konu gene de söylerim
Tüm bu depremlerden sonra bilim adamları açıkladı
Dünyanın çapı 7 cm kaymış!
Nedense bilim adamları bunu daha önce de söylemişti
Deprem olunca yer kürenin yapısındaki degişimi…
Hayırdır hayır…
Kıyametmi yaklaşıyor yoksa
Ne alakası var canım kıyametle alt tarafi yer sallandı
Türk dili hocası bile benimle dalga geçti
Kıyamet yakın dedim
Keyfinize bakın dedim
Kızdı insanları panik havasına sokma dedi
Neyse bunu da geçtim
Gene konu açıldı
Arkadaşım ‘’ yüksek binalar oluşucak ‘’ dedi
Günümüzde her yerde ‘’ toki ‘’ var
İstanbulun göbeginde de izmittede
Sonra,
‘’ savaş çıkıcak,toplu ölümler olucak’’
Hayırdır bu sene de domuz gribi çıktı
Daha öncesinde kuş gribi
Hayırdır hayır…
Nolduu hala inanmadın mı bana?
Yok yav alt tarafı grip her sene olur
Neyse bunu da geçelim
Savaş çıkıcak dedi biri
Bugun gazete de bir başlık gördüm
‘’ Amerika her yerde,
yakında 3.dünya savaşı çıkıcak’’
toplu ölümler zaten depremlerle oluştu.
Yüksek binaları dikmeye devam ediyoruz
Savaş kapıda, siyaset almış başını gidiyor
Seneye de inek gribi çıkar
Sonrası malum marduk çarpar
Kıyamet burnumuzun dibinde
Gören yok,duymayan çok
Şimdi inandın mı neler söyledigime?

Bakış Açısı - l



 
Yıldızlar uzaktan bakılınca nasıl parlak gözüküyorsa, bir kadın(erkek) erkeği(kadını) gördüğünde gözleri parıldadığı gibi ona ulaşmak ister. Ne kadar uzakta olursa olsun onun için hırs yapar. Yıldızların önünde bulut olsa bile sabreder bekler ertesi gününde bulutların gideceği özleminde. Güneşli günün ardından sonraki açık havadaki mutluluktur yıldızları görmek. uzakta olsa bile sanki onu yakındaymış gibi izler. Düşüncelere dalar.Uzunca baktıgında yanında hisseder parıltısındaki sıcaklığı. Her gün onu görmenin değerini bilir ve özlemle bekler.

Artık yıldızlara ulaşmak kadar insanların insanlara verdiği değerler yok oldu. İnsanlar bunları kendi kendine besleyerek ortaya çıkardı. Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, bir insanın kalbini kırmak, dolandırmak... Bunlar insanların doğasının bir parçası oldu. Öldürmek.. ne için ? Bir hırs için belki de bir düşünce için. Açık fikirli olmak, sanata bilime kendisini adamış insandan ne zarar gelir? Olur mu hiç toplum dışında kalır farklı düşünüyorsun diye. Bu tip durumlar kapalı kutuda yaşarmış gibi insanlar kısıtlanır. '' İnsan ne yaparsa kendine yapar'' sözü gerçekten burada hakkını veriyor. Çünkü insan yıldızlara ulaşmak için hırs yapar ama gördüğü ve geçtiği durum düşünce kendisine göre mutluluk olsa bile yıldızın parıltısı aslında onda sönük kalır. O bunun farkında mıdır? Farkında olsa yıldızın konumundan bakma merakı oluşurdu. Ancak o zaman insanların hırs için neler yaptıgını görebilirdi...

Felsefe Neden Yunanlılarda Başladı?





İnsanlar felsefenin başlangıcının nerede olduğuna dair araştırmalar yapılmış ve fikirlerde bulunmuşlardır. Alman Fizolof F.W.Nietzsche yunanlılara meraklı bir insandı. Bu konuda pek çok fikirlere sahip, araştırmaları ile yunanlarılar hakkında bilgisi olmakla birlikte felsefenin Thales’le başlatıldığı varsayılır. Peki neden Thales?
Nietzsche bunu Thales in suyu seçmesi olarak görmemektedir. Suyu seçmesinin açıklamasını yapması Thales’i arkhe sorununa yönelmiştir. Thales suyu açıklamasında mitsel bir açıklama yapmamıştır bunu bilimsel olarak, bilim adamı olarak açıklamaya çalışmıştır. Thales ''her şey birdir'' düşüncesi ile yola çıktı ve evrenin ilk maddesini (arkhe) su olarak gördü. Her şeyin döngüsündeki su, birdir ve hareket halindedir. Her şeyin kaynağı su diyerek bunun kaynağını araştırdı. Dayanağı ile birlikte temelini ortaya koydu, ilişkiyi özünü ortaya çıkardı. Din seviyesine, mitsel ve tanrılarla açıklama yapmadı, rasyonelliğe başvurmuş, akıl yolu ile açıklamalar yapmıştır. Bu da onu bilim adamı seviyesine çıkarmasını sağlamıştır. Mesela günümüzde bile her şeyi tanrının vereceğini dua ederek elinde sonunda tanrının insana istediğini vereceğini düşünen pek çok kişiler vardır. Hiçbir şey yapmadan ''hazıra konma'' düşüncesi duaya bağlı derim buna. İnsanların çoğu buna inanır ve sonunda istediğini aldığında '' Allah verdi'' veya ''tanrı verdi'' denir. Oysaki istediği nesne veya şeyi çaba gösterse belki daha çabuk elde edebilir. Ya tanrı ona istediğini vermeseydi? Kim bilir insan belki de hayatı boyunca o nesneyi beklerdi...
         Thales yunanlı ve o yunanlı ise felsefenin yunanlılarda başladığını da söyleyebiliriz. Yunanlılar felsefeyi felsefe yapmak için oluşturmadılar. Onların hayatlarında felsefeyi kurcalayan sorular vardı. Nedensiz değildir, bugünün insanları gibi adım kalsın diye iş yapanlar hiçbir şey yapamazlar. Onlar yaptıkları işin adını koydular ve felsefe dediler. Kafalarında sürekli bir soru ve merak vardı ve bu şekilde oluştu. Sorunları çözmek için oluştu felsefe.
          Peki neden Mısırda başlamadı da Yunanlılarda başladı? Thales’in mısırlılardan etkilendiği açıktır. Matematik, astronomi bilgilerini mısırdan almıştır. Fakat bu soruyu karşılamaz. Thales felsefe yaparken mısır ve Mezopotamya mitoloji ile uğraşıyorlardı. Nietzsche bu soru üzerine yoğunlaşırsak yunanlıların güzellikleri göremeyeceğimizi savunur. Bazı insanlar ise mısırda başladığını söyler .Fakat bunun için yeterli kanıt yoktur. O yüzden bu sayılmamıştır. Mısır ve Mezopotamya halkı Mitoloji ile uğraştıkları için Rasyonel düşünme ortamları yoktu.Nietzsche felsefenin tohumlarının yunanlılar olduğunu Mısır ve Mezopotamya da bunları göremeyiz demiştir.
        Felsefe nasıl bir ortamda yapılmalı? Bir kere felsefe hastalıklı toplumlarda yapılmamalı, buradan kastım toplum sorunlarıdır. İnsanlar değişiyor toplum çatışıyorsa felsefe yapma ortamı olmaz. Mesela; dışarıya adım attığında insanlar birbirini öldürüyor, bir çatışma ortamı can güvenliği sorunu varsa bundan başka bir şey düşünemeyiz değil mi ? Hayatta kalma düşünülebilir. Bu gibi durumda iken nasıl felsefe yapabiliriz ki?
           Yunanlılar böyle değildi. Belli bir düzen vardı ve yunanlılarda Aristokratların boş zamanları vardı. Kölelerdi sistemi yürüten. Felsefe uygun bir eğitim, siyaset, kültür, dil ortamı gerektirir. Bu ortam vardı yunanlılarda, sorun vardı ve sorunlarla yaşayan çözümleme arayışında olan insanlar vardı. Tıpki Thales, Anaksimenes, Herakleidos, Parmenides gibi... Nietzsche '' yunanlılar sorunları keşfettikleri yerde felsefe yapmaya başlamışlardır. Yunan ulusu felsefenin başlaması konusunda kimsenin göstermedi şeyleri göstermiştir.'' der. Felsefe kendini güçlü hissettiğin zaman yapılır. Toplumlar içinde öyle...
            Nietzsche '' başka toplumların azizleri, yunanlıların bilginleri vardır'' der. Mesela; orta çağda kilise hakim iken insanların üzerinde, onu yap bunu yap diyerek kutla halinde yönetilirdi insanlar.Oysaki bilginler böyle değildir. Ayrıca konuşma ortamı olmayan bir toplum felsefe yapmayı bilmez. Bilginler bu yüzden önemlidir. Bir toplumun kültürü de felsefe yapmaya uygun değilse onu yasaklar. Örneğin; namusun ne olduğunu düşünüyorsun, bunu sorguluyorsun, çevrende sorguladığında '' sus namus namustur'' diyerek ayıplanıyorsun. Sorgulamak ayıplamak veya ayıplanmak değildir. Bu bir meraktır. Bir nesne hakkında düşünmektir, bir olgu hakkında. Felsefe işte bu yüzden var ve felsefe insana düşünmeyi, sorgulamayı ögretir. Sorunu keşfetmeyi, sorun üzerine düşünmeyi ve bunu çözüme ulaştırmak için felsefe yaparız. Uygun ortam olduğu sürece...


BEGÜM ÇUBUK
FELSEFE I