Koş Hayat Koş

koş resimleri

Hayat bir yarış ve bazen insan bu yarışın içinde yorulduğunu hissediyor. Çok çalışmak, "öteki"nden farklı olmak adına kendi ihtiyaçlarını, bedenini, arzularını feda ediyor. Ego yarışı içinde olan insanın ritüel hale gelen ortalama 80 yıllık yaşamında tutkuların yeri büyük.
Okul yaşının erkene çekildiği, yarışın 5 yaşından başladığı dönemde yaşıyoruz. Bir şeyleri öğrenmeye çalışırken, çaktırmadan yanımızdaki ne yapmış diye bakıyoruz. Yanımızdaki çocuğun becerisini beğendiysek, becerisini bozuyoruz. Okul öncesi kardeşler arasında da olur bu tür şeyler. "Çocuk işte yapar" demeyi bende bilirim ama anlatmak istediğim bilincimiz gelişmeye başlarken insan farkında olmadan bu tür şeyleri yapmaya başlar. Bunu neden yaparız bilimsel açıklama yapamayacağım ama psikoloji yüksek lisans yaparsam nedenini araştıracağım.
Neyse, ortaokul, lise derken üniversiteye girerken saçma sınav sistemine takılan "öğrenci"ler tanımadıkları ama varlıklarını hissettikleri insanlardan ayrılmak için yarışırlar. Kazanan "öğrenci"ler birer birey olma yolunda üniversiteye adım atarlar. Kendilerini geliştirmek için burada daha fazla yarışırlar. Not paylaşmaz, derslerini yüksek tutar ve o sertifika bu sertifika diye koştururlar. Bunları yapmayan kişiler de var, çok var ama bunlarla  ilgilenmek geçici. Her neyse... Üniversiteyi bitirdik. En güzel çağlarımız.... ama çalışarak bitti. Mezun olduk, Mezun olan arkadaşlarımızın arasından sıyrılarak anında güzel bir iş bulduk. Ortalama 22 yaşında mezun olan bir kişinin ortalama 40 sene çalışma hayatı olacak demektir. 40 sene... hafta içi iş iş diye deli gibi koştuğun, kariyer hedefi için coştuğun,  hayata merhaba demek zor iş. Rekabet yaşamındaki pislikleri saymıyorum bile...  felsefeyle uğraşmak pis iş, sabır gerektiren bir iş derim ama insanla uğraşmak bu işten daha zor.
Kısacası, çalışmak, rekabet, kendimi geliştireceğim diye beynimi yemek, acımasız, kurnaz vs olmak her kişinin doğasında var ve bu durum nereye kadar devam edecek? Kapitalizmin çöküşü mü gerekli? İnsanlar sığındıkları iş yaşamı hayatının ego sürecindeki benliğin altında insanlıktan çıkıp etik değerlerini gözardı etmek, insanlığı nereye doğru götürecek? zaten teknolojinin getirdiği bir yanlızlık var ortada. Evde dahi telefonla konuşan aileler biliyorum. birbirleriyle iletişime geçmek için karşısındakini çağırmak yerine telefon açıp çay koyar mısın dediklerini... neyse dikkatim dağıldı. Devam edemeyeceğim.

Aşk


susuz kalmışım sanki müzik dinlemeye...
 kanaya kanaya kulaklarım dinlemek istiyorum.
 uzun zaman olmuş ruhumu beslemeyeli.
 eski dinlediklerimi dinledikçe eğlenmeye başlıyorum, 
garip bir his bu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. yaşıyormuşum hala...
 içim kıpır kıpır. uyumak istemiyorum. kelimeleri yutmak sözleri içimde hissetmek... 
doyuyorum... ritme, anlamlı sözlere... insanlar hissediyorlar ve müzikleri oluşturuyorlar.
bu bence insanlıkta en büyük başarı. 
anlamlı armoni sesleri ortaya çıkartmak
 gerçekten müzik ruhun gıdasıymış. 
yaşayarak öğreniyor insan. 

Sen, ben kimiz ki?


 
            Bazen öyle anlar gelir ki dibe battığımızı hissederiz. Kurtarıcımız yoktur hayatta. Tek çare sizsinizdir. Umudunuz iyice yıpranmış sessizce beklemekten başka düşünceniz yoktur. Ne yi bekliyoruz ki? Ayrıca hayat her zaman bu kadar zor olmak zorunda mı? Evet, zorunda yoksa ona hayat diyemezdik. İnsan tam yeşermeye başlayacağı sırada, karanlıktan çıkmaya çalıştığı sırada yine bir hayat vurgunu ve yine bir dibe batış… Sorun toplumsal olmakta mı? Sorun sadece dibe batan kişi mi? Yoksa topluma bağlı yaşamak insanların içindeki yalnızlık olmak mı? Çok soru, çok sorun ama cevap ve çözüm yok. Sonsuzluk belirtisi içindeki hal, fakat insanın ömrü buna yetmez. Hep dipte yaşanmaz. “biliyorum, farkındayım” cümlelerle de sorun çözülmez. Ya mahkûmuz yalnızlığa ya da toplumun kölesiyiz. Kendi arzularımızın tatminliği değil, başkasının arzularını tatmin etmenin köleliği için mi buradayız? Amacımız ne? Para kazanmak mı? İyi bir eş olmak, iyi bir anne-baba olmak, ferrariye sahip olmak mı? Ya da ferrarisini satan bilge olmak mı? İnsan umudunuz yitirmişse hiçbir şekilde yeşeremez. Aşk, para, bilgi hiçbir şey yaşama isteğinin önüne geçemez. Öncelikle insan yaşamak istemeli ki ardı gelsin.

Kant üzerine - İyi ve kötü maksimler


            



             Kant için insan doğduğunda ne iyi ne kötüdür. Nötr bir haldedir. Ona göre insan iyi maksimler aldığında iyi olur, kötü maksimler aldığında ise kötü olur. Yani; insan büyüdükçe çevresine göre şekillenir. Eylemleri de ona belirlenir. Kant için iyi ve kötü maksimleri almak insanın elindedir.
            Gerçekten de insanın düşünceleri çevre koşullarına bağlıdır. Ahlak yasasına uygun davranıp davranmamak da insanların düşünceleri ile devam eder. Ödev gerektiren buyruklara uyulduğunda insan iyi maksimleri de kendisinde barındırmış olur. Örneğin; yalan söylemek kötü bir şeyse ve kişi doğru olan bir şeyi yapıyorsa iyi maksimi öğrenmiş ve davranışı da iyi olur. Kötü eylem de bunun tersidir. Yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu bilen bir insan bile bile ödevin gerekliliğini getirmiyorsa kötü maksimi içinde barındırıyor demektir. Ahlak yasası toplum düzeni ile ilgilidir. insanların da iyi kötü maksimler sonucu bu yasaya uyması zorunludur. Bu sayede insanlar başkalarını öldürmenin, hırsızlık yapmanın iyi bir şey olmadığını bilir. İyi maksimleri taşıyan insanlar, yaşanılacak bir toplumda yaşamanın koşulunun gerekliliğini bilirler.
            
*Kant okumalarımın devamı ile bu yazıya devam edeceğim.

Bir kadının isyanı


Ben kadınım,
Evet, cinsiyetim sizin törelerinize, düşüncelerinize ters düşebilir. Üzgünüm ama ben kadınım ve kadın olduğum için beni suçlamanız çok saçma. Ben ne yaptım ki? Tanrı beni bu cinsiyette yarattıysa onun kitabına göre davranıyorsanız ilk önce beni sevmekten başlamanız gerekir. Ama sevmek derken tecavüz edecek kadar hastalıklı bir şekilde sevmekten bahsetmiyorum. Bedenimi doğurgan bir obje olarak sevmenizden de… Neyim ben? İnsan değil mi? Siz nasıl insansanız öyleyim işte. Ben sizin yarattığınız tabularla da yaşamak zorunda değilim. Bugün varım, yarın yokum. Belki araba kazasında belki de göçük altında kalarak öleceğim. Yani; sonu ölüm olan hayatımı da sizin ellerinize bırakarak mı öleceğim? Hayır sanmıyorum. Aklımı işleyerek sizden uzaklaşıyorum. Tek elimdeki en değerli varlığım, aklım ve düşünme gücüm. Hayallerim var, yıkmanıza izin veremem. Hayata bir defa geliniyorsa bırakın onu da istediğim gibi yaşayayım. Aptallaşırsam, ağlarsam, düşersem, korkarsam bırakın kendi başıma yaşayım. Evlenirsem boşanırsam, yine evlenirsem boşanırsam arada dul derseniz de bana… Umurumda değil! Kadınlığımın üzerinden tabularınızı kaldırın! Sevmişsem sana ne? Üzülmüşsem, terk edilmişsem sana ne? “Kadın dediğin evde oturmalı” gibi sığ düşüncesi içindeki kazanın içinde kaynayan bir sürü kadın görüyorum. Hepsi de birer birer tabularla serpiştirilen tadı tuzu olması gereken yemek gibiler. Kimi kadınlar itiyor onları kazana kimi de erkekler… Toplamda insanlar! İnsanın insana yaptığı kadar rezil bir şey yok. İnsan cinsiyet sorununu yaratıyor, insan insanı dışlıyor, savaşı da yaratan insan… Bu dünyayı bok çuvalı haline getiren de insan. İsyanım dolup taşıyor. Hayal dünyasında yaşamıyoruz insanların yarattığı dünyada yaşıyoruz. Burası tiyatro sanki insanlar çok yapmacık, kendilerinde değiller gibi… Doğru düzgün düşünen insan çok az. Ben sizin yarattığınız dünyada yaşamak istemiyorum. “Başkaldırıyorum, öyleyse varım!”

Bourne legacy - Bourne'un Mirası




2012 The Bourne Legacy Movie

Bugün inat ettim sinemaya gideceğim diye. Aradığım her arkadaşımın da işi vardı. En son babamı aradım ve gece işe gidecekse bile gelmeyi kabul etti. Filmin ilk  yarısı filmi anlamakla geçirdiğimi söyleyebilirim. Bilim için yapılan, vatan hizmeti için yapılan şeylerin arka planında olan şeyleri çözmek. Tipik gizli servis amerikan işi ortaya çıkmaması için infaz işlemi. Askerler vardır tabi ve bu askerler de robot gibidir. Görevini yap, tamamla. Düğmeye bas, tamam. İkinci yarıda işler daha gerilimli, aksiyonlu, bilim kızımız da işin içine girdi ve kahraman aeron da erkek olduğu için olası aşk başladı. Filmlerin olmazsa olmazıdır aşk… kovalamaca sahneleri başarılıydı ve bir sahnesinde babamla geri sar diye bağırdık. Salonda kimse olmadığı için rahattık. Filmin ortasında ve sonunda anladım ki bu filmin devamı çekilecek.

            Son söz olarak İMDb 10 üzerinden 7 vermiş. Bence de bu puan ikinci yarı için yeterli.
Aksiyon, hafif gerilim ve ajan filmlerini sevenlere (tabiî ki Jeremy Renner sevenlere) tavsiye edilir.



Evlilik ve Kadın



Genç kızların gözde hayalidir evlilik... Küçüklükten başlarız bu hayali kurmaya. Barbie bebeklerimize gelinlikler dikeriz. Ken ile evlendiririz... Evleri, arabaları, çocukları olur...Çocuklarını da giydiririz.Sonra dışarıda evcilik oynarız.Tıpkı evlilikler gibi, misafir çağırırız. Çamurdan yemekler yapar, yemekleri otlar ve taşlarla süsleriz. Daha sonra büyürüz… Kadınlar büyürken de evlilik düşünceleri devam eder. Barbie ile ken in yuvası değildir düşünce. Kendisinin bir yuvasıdır. Boşuna dememişler “dişi kuş evi yapar” diye…
Kadın hayatını birleştireceği erkeği bulur
Evlilik hazırlıkları heyecanla yapılır.
Prenses olması için kadına kabarık bir elbise giydirilir.
Damat yine aynı, takım elbise de olur.
Kadın için bir ton hazırlık, koşturmaca.
Nikah zamanı sadece tek bir kelime…
EVET…
Bu yeterli bir ömrü beraber geçirmeye…
Düğün olur, herkes dağılır.
Kadın sevdiği adamla aynı ortamda ve yaşamdadır
Sabah kalkar kahvaltı hazırlar sonra işe gider
İşten gelir, akşam yemegi hazırlar biraz oturur sonra yatar.
Bekar iken ailesine hizmet ediyordu, şimdi evli kocasına hizmete döner.
Çocuk da olur.
Kadın ev, iş, çocuk, eş,çevre arasında sıkışır kalır.
Katlanamazsa depresyona gider ve intihar eder.

Modern anlamda kadının depresyonu en çok bu şekilde olur.
Sorun temeldedir. Küçük yaşta evlilik hayali ile dolu olmak saçmadır. Çocukluğumuzu yaşayamadan evlilik düşüncesi oluyor. Her kadın prenses olmak zorunda değil. Her kadın evlenmek zorunda da değil. Yaşadığı hayatı başkasına adayarak geçirmek zorunda da değil. Kadının kendisine yabancı olduğu zamanda yaşıyoruz ve buna tek engel bu tip düşünceler. Çocuk çocukluğunu ve gençliğini yaşamadan neredeyse 13 yaşında evlendiriliyor. Bir sene sonra da hamile kalıyor. Kadın, insan doğurma makinesi değildir!  Bilinçli olması şarttır. Kadının kadını sıkıştırıyor. Çocuk annesinden ne görürse onu alıyor. Annesi de annesinden… kızı evde otursun diye annesi baskı altına alıyor. Sağlıklı bireyler bu şekilde yetişmez. Kadın kendisini bilerek, ne istediğini bilerek yaşamalı. Belirli kalıplar içinde değil. Kızlara evlilik hayalleri yerine, başarılı bir müzisyen, akademisyen, doktor, ressam hayalleri aşılanmalı. Bu şekilde kadın kendisini tanıyabilir ve sorgulayabilir.