Sevdiğim Sözler -1-

ü      Bilim atom bombasını üretti, fakat asıl kötülük insanların beyinlerinde ve kalplerindedir." Albert Einstein
ü      "Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse olmadığımdan yalnızım ben." Ahmet Altan
ü      "Yaşam,çok zalim bir öğretmendir.Önce sınav yapar,sonra dersi verir." Andre Gide
ü      "Karanlığa küfretmektense, bir küçük ışık yakın, daha iyi edersiniz."Andre Gide
ü      "Kendi kendinin mutluluğuna engel olmak yolunda insan fevkalade beceriklidir." Andre Gide
ü      "Bir gün seni unutmak zorunda kalırsam , Aşkımın küçüklüğüne değil,çaresizliğimin büyüklüğüne inan." Atilla İlhan
ü      "‎İnsanı en çok üzen şey; Ummadıkları kişiler adam olurken, adam sandıklarının insan bile olamamş olmasıdır." Adam Fawer
ü      "Nokta her zaman bir son demek değildir, bazen kendinden sonraki harfin büyük olacağını gösterir." Adam Fawer

Sıradan şeyler -1-

Bu sıcaklarda napalım dedik, sinemaya gittik. Batman. Güzeldi, Robin ve kedi kadının da başlangıcını gördük. Sinema ve alışveriş merkezinin iyi yanı ise kliması olması. Dışarıya çıktığımda kendimi sahunaya girmiş gibi hissettim. Arkadaşlarla sohbet kahve derken gün bitti sayılır..

bu arada eğer sote vs yapmayı düşünürseniz, yemeğin içine bir tane şeker ve küçük küçük limon kabukları ve çok az limon sıkın. tadı gerçekten lezzetli oluyor:)

Nedenler tapınağı


             Üzgünüm Camus amca ama ben bu dünyadan faydalanacağım bir şey göremiyorum. Faydalanmak isteğim zamanda mekanda hep insanların tabuları, dedikodularıçıkıyor karşıma. Camus amca böyle bir hayatta yaşamatutunmak için elimden geleni yapıyorum. Deniyorum her şeyi… insanlar hayatımı daha da zorlaştırıyor. Anlamıyorlar beni ama ben onları çok iyi anlıyorum. Onlara baktığımda ne sorunları olduklarını görüyorum. Ama bana baktıklarında cevap veremiyorlar. İnsanların beni anlamadığı bir dünyada neden yaşayayım? Ben aklımı yitirmedim… aklımı çalıştırdığım için bu hale dönüştüm. Keşke seninle hiç tanışmasaydım camus amca, çünkü tüm suçu sana atmak üzereyim. Ama senin hiçbir suçun yok ki.. yani bu dünyayı bu hale getiren insanlar sen değilsin. Seni anlamaya çalışıyorum. Ama yazdığın onca umut dolu dizelere de arada gülüyorum. Bu yüzden affet beni. Belki bir gün seni anladığımda ya kurtuluşum olacaksın, yada ölüm sebebim…

İSYAN!


Ben kadınım,
Evet, cinsiyetim sizin törelerinize, düşüncelerinize ters düşebilir. Üzgünüm ama ben kadınım ve kadın olduğum için beni suçlamanız çok saçma. Ben ne yaptım ki? Tanrı beni bu cinsiyette yarattıysa onun kitabına göre davranıyorsanız ilk önce beni sevmekten başlamanız gerekir. Ama sevmek derken tecavüz edecek kadar hastalıklı bir şekilde sevmekten bahsetmiyorum. Bedenimi doğurgan bir obje olarak sevmenizden de… Neyim ben? İnsan değil mi? Siz nasıl insansanız öyleyim işte. Ben sizin yarattığınız tabularla da yaşamak zorunda değilim. Bugün yarım, yarın yokum. Belki araba kazasında belki göçük altında kalarak öleceğim. Yani sonu ölüm olan hayatımı da sizin ellerinize bırakarak mı öleceğim? Hayır sanmıyorum. Aklımı işleyerek sizden uzaklaşıyorum. Tek elimdeki en değerli varlığım, aklım ve düşünme gücüm. Hayallerim var, yıkmanıza izin veremem. Hayata bir defa geliniyorsa bırakın onu da istediğim gibi yaşayayım. Aptallaşırsam, ağlarsam, düşersem, korkarsam bırakın kendi başıma yaşayım. Evlenirsem boşanırsam, yine evlenirsem boşanırsam arada dul derseniz de bana… Umurumda değil!! İstediğm zaman dul istediğim zaman dost olurum. Kimse kimsenin bacak arası ilgilendirmez! Kadınlığımın üzerinden tabularınızı kaldırın! Sevmişsem sana ne? Üzülmüşsem, terk edilmişsem sana ne? Kadın dediğin evde oturmalı sığ düşüncesi içinde kazanın içinde kaynayan bir sürü kadın görüyorum. Hepsi de birer birer tabularla serpiştirilen tadı tuzu olması gereken yemek gibiler. Kimi kadınlar itiyor onları kazana kimi de erkekler… Toplamda insanlar! İnsanın insana yaptığı kadar rezil bir şey yok. İnsan cinsiyet sorununu yaratıyor, insan insanı dışlıyor, savaşı da yaratan insan… Bu dünyayı bok çuvalı haline getiren de insan. İsyanım dolup taşıyor. Hayal dünyasında yaşamıyoruz insanların yarattığı dünyada yaşıyoruz. Burası tiyatro sanki, insanlar çok yapmacık, kendilerinde değiller gibi… Doğru düzgün düşünen insan çok az. Ben sizin yarattığınız dünyada yaşamak istemiyorum. 
“Başkaldırıyorum, öyleyse varım!”

İnsan



Usludur,
Akıllıdır,
Terbiyelidir,
İnşası vardır, tutkuludur, sevdalıdır…
Özgürdür, belki değildir.
Düşünür, belki düşünmez..
Yaşar,
Nedenini bilemez…
Savunur…
Nedenini bilmez...
Sahiplenir,
Sıkılınca bırakır…
görür,
görmezden gelir…
serttir,
yavrusunu görünce yumuşar…
matematiktir…
edebiyattır…
hayattır…
zıtlıkla doludur…
aynılıkları içerir…
farklılıklarla olgunlaşır…
insan…
her zaman insan…
her durumda insan…
homo sapiens 'tir insan...
aslında  yoktur insan...
kişi vardır...
kişiler...
ben, sen, o gibi...
insan  sadece kavram olarak vardır...
ide, fikir gibi...
her durumda olan insan değil,,,,
kişidir...
kişi.... 
Usludur,
Akıllıdır,
Terbiyelidir,
İnşası vardır, tutkuludur, sevdalıdır…
Özgürdür, belki değildir.
Düşünür, belki düşünmez..
Yaşar,
Nedenini bilemez…
Savunur…
Nedenini bilmez...
Sahiplenir,
Sıkılınca bırakır…
görür,
görmezden gelir…
serttir,
yavrusunu görünce yumuşar…
matematiktir…
edebiyattır…
hayattır…
zıtlıkla doludur…
aynılıkları içerir…
farklılıklarla olgunlaşır... 

Kant'a göre güzellik


 

Güzeli güzel olarak tanımlamak için öncelikle güzeli zaman ve mekan içinde bulunması gerekir. Bu da duyumsallığı mümkün kılar. Deneyimlediğimiz şey andır, o halde güzeli deneyimlemek de anın içindedir. Nasıl nefret üzerinde fenomenlerimiz varsa güzel içinde böyledir. Nefreti zaman içinde nedenli bir şekilde hissediyorsak, güzeli de zaman içinde nedenselli olarak güzel diyebiliriz.
            Güzelin fenomenal oluşu doğaya tabi oluşudur. Akla tabi oluşu ise benim zihnimde oluşudur. Kant’a göre Numenal alan fenomenal alanın zıttı olmasına rağmen güzelin fenomenal görüntüsü ve verdiği haz numenal alana işler. Böylece güzele olan hoşlanma yada hoşlanmama durumumuz devreye girdiğinde bilgi ile arzulama yetimiz devreye giren yeti sayesinde bağı kurulur. Bu yetileri bağlayıcı halka Kant’a göre bilme yetileriydi ve bunu da yargı gücü numenal ve fenomenal alanı bağlar.
            Kant’a göre bilim insanı doğada bir amaç varmış gibi yasa bulmaya çalışır. Güzel olan estetik düşünsel yargıları içerir. Burada güzel olanın amacı bilme yetileri ile uyumu olduğu ortaya çıkar. Nasıl bir meyve yediğimizde onun tadı kokusu vs hakkında düşüncelerimiz varsa güzel dediğimiz fenomenal alana tabii olan nesne içinde düşüncelerimiz vardır. Buradan da hayal gücü devreye girer ve güzellik kavramı ortaya çıkar.
            Karacaoğlan ‘ın “ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça” sözü bir içsel sahiplenmeyi göserir.Bir “ben”lik söz konusudur. Egoizmi içerir. Ayrıca Karacaoğlan “güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi ” diyerek fenomenal olana işaret eder. Egoizmin olduğu yerde de “ kedi uzanamadığı cigere murdar der” durumu ortaya çıkar. Egoizm sahibi olarak kedinin yaptığı davranış gibi düşünürsem, o şeylerin sahiplerine bir şekilde negatif enerji göndermeyi sağlarım. Benim sahip olamadığım şeylere sahip olanlara duyduğum nefret bu kişileri yıpratacak ve benim onların karşısındaki ezikliğimi belli bir oranda da olsa hafifletecektir. Eğer o şey benim olsaydı bu eksikliği belirtmezdim. Burada da çıkar söz konusudur.
            Egozimin fenomenal alanda tabi oluşuna diğer bir söz Aşık Veysel’e aittir:
 “ güzelliğin on par etmez bu bendeki aşk olmasa.” Burada söz konusu olan bence bir beyin algısıdır. Yani kime, neye göre güzel algısıdır. Karşımdaki nesne ya da kişi güzel olduğu için değil, bende ki aşkın onu güzele çevirmesi ile ilgilidir. Burada da bir çıkar söz konusudur. Çünkü nesne ya da kişinin güzel oluşu benim algıma bağlıdır.
            Bu yüzden Kant’a göre egoizmi irdeleyen ve içinde çıkar söz konusu olarak isteme, akla seslense bile güzel olan şey onun için güzel değildir. Kant için güzel olan; zaman ve mekan içinde anı deneyimleyerek, eğilimsel beklenti olmadan, evrensel olarak haz veren, amaç tasarımı olmadan, zorunlu olarak biçimiyle haz verendir.

Zehirli Sarmaşıktır bazı insanlar...






Nefes alamıyorum sanki. Tüm düşüncelerim, hayallerim, istencim, inancım kırıldı. İçimden bir parça koparak gidecekmiş gibi... Her gün bunu hisseder oldum. Hayat bu kadar acımasız değil, insanlar onu acımasız hale getiriyor. İyi kişilerin olduğuna dair inancım da kalmadı. Eğer hep kötü düşünen insana denk geliyorsam, iyilerin olmadığı bir dünyada yaşıyorum demektir. Neden doğdum ki? Acı çekmek için mi yoksa iyi bir hayatı yaşamak için mi? İyi hayatı yaşamak istesem de hep bir şeye takılıyorum. Bunu da yaratan insanlar değil mi? Yani biziz... Etten kemikten varlık... Başka farkımız aklımız…
Gerçekleri gördükçe acı çeker oldum. Doğrusunu öğrendiğimde sanki başımdan aşağıya kaynar su dökülür gibi bir titreme oluyor. Alıştım buna… Su sıcakmış, ılıkmış, soğukmuş anlamıyorum artık. Acı verdiği için olsa gerek…
Bu arada gözlerim bir insanın karakteri nasıl evrim geçirdiğini de gördü. Aklım işledi ve hafızamda bunu her zaman o kişiyi gördükçe hatırlayacak…
Her gün yeni bir şey öğreniyorum, kitaplardan uzak kalınca insanlardan öğreniyorum. Kitaplar acı çektirmeyeceğine göre, insanlar sayesinde bu bilgiler daha kalıcı oluyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece diyebileceğim, elveda dostum... Senden uzaklaşıyorum. Kendi kendine yarattığın zehirli sarmaşıkların kendi bedenini, zihnini sarmış durumda. Bu zehiri bana da bulaştıracağını biliyorum. Bu yüzden elveda dostum…

Hayalperest&gerçekçi insan

         Dışarısı boğucu bir sıcak, yanımdaki arkadaş buz gibi. Anlatıyor dünyasını, bense dinliyorum solmuş yapraklarını. Kendisine göre içi bir güneş, dışı yemyeşil. Bana göre öyle değil. Ne oldu bana demiyor, yaşıyor anlık hayatını, anlatıyor herkese. Kendisine sormuyor neden diye... 

        Geceleri uyuyamıyormuş, nedenini biliyorum. Ağlamaktan, pişmanlıklarından, en değerli saydığı insanı kaybettiği içindir. Sayesinde insanın hırslarının sevginin de saygının da önüne geçebileceğini öğrendim. Kendi yarattığı sonucunu söylediğimde üzüldü. Gözleri doldu ve “doğru söylüyorsun” dedi.
Anladığım diğer şey hayalperest değildim, onun kadar. Gerçekler insanın canını gerçekten acıtıyor ama bu gerçekleri yaratan da insansa neden canımız acıyor? Farkında olmadan yaşamak hayatı, hayatı yaşamak mı? Sürekli hayalperest dolaşılmaz, sürekli gerçekçi de olunmaz. Ortası nerede anlaşılamaz. Kendi yarattığımız dünyada boğuluyoruz. Kişinin kendi seçimleri kendisini öldürebilir de yüceltebilir de. Anlık yaşadığı hayatı ve günlük yaşanan hataları gece ağlamalar silebilir mi? Saçmalık gibi. Gündüz yeşeriyor insan, diğer insanlarda can alıyor sanki, gece yaprakları soluyor, düşüyor, yeniden toplamak için de ertesi gün yeniden can alıyor. Hiçbir canlı buna dayanamaz. Ağaç bile, kuş bile, böcek bile, aşk, sevgi, insan dayanamaz.
Her olay her yaşanan bir güneş değil, sandığın her şey güneş değil. Gerçeklere gözünü açtığında güneşin sandığın şey ne kadar karanlık olduğunu görecektir, arkadaşım…

Kişilerin Tuhaflıkları

            Bugün bir kafede oturmuş kahvemi içerken insanları izlemeye başladım. Çok değişik giyinen, konuşan, şakalaşan, gülen, düşünen insanlar önümden geçiyordu. Kimi kız sanki aynaya bakmadan dışarı çıkmış gibi, kimi tam tersi ayna karşısında saatlerini geçirmiş gibi.. Kimi erkek yere bakıyor kimi erkek kız kesiyor.. Birden yanıma üç kız oturdu. Daha çocuktular ve yanlarına 10 15 dakika sonra beş erkek geldi. Kızlar belliydi temiz ve saf oldukları, erkeklerden biri çıkarıp sigarasını yaktı.Kızlar bir yana bende rahatsız olmuştum o sigaradan. Anladığım üzere yeni tanışma durumlarıydı. Kızlar başta gülüyordu sonra  işler değişti. Bir süre oturup kalktılar. Anladım ki saf olsalar dahi akıllı kızlarmış. Yoldan geçen süslü püslü kızlar gibi değiller yani... Çok değişik insanlar, gerçekten tuhaflar. 
              Şimdiye kadar anladığım şey kadının kadına yaptığı kadar ağır bir işkence yok. Biz hep erkeklere suç atıyoruz, hep onlar üzerinden oynuyoruz. Küçük kızlar gibi akıllı davranamıyoruz. Aşık olup köle durumuna kendimiz geliyoruz. Aşk kötüdür demiyorum, sadece aklımızı yitirmemize yetecek sebep diyorum.Yanımda oturan kızlar aşık olsaydı erkeklere belki akıllarını kullanamayacaklardı. Sigara içmeseler bile erkek arkadaşının ortamında takılarak sigara içmeye dahi başlayabilirdi. Her kız bunu yapıyor da demiyorum. Ama erkekler bu durumu daha iyi anlar. Bir kız aşık olursa yapamayacağı bir şey yoktur. Bu konu hakkında devam edeceğim...

Bugün günlerden cumartesi

Bu sabah garip bir şekilde uyandım. Nefes alamıyordum sanki. Kalbim deli gibi atıyor, kulaklarım çınlıyor, beynim patlayacakmış gibi hissediyordum. Yavaşça kalktım banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadım. Kendime gelmeye çalıştım. Sonra ne olduğunu anlamaya çalıştım. Balkona yürüdüm ve havaya baktım. Sebebi NEM!
O kadar boğuk bir hava vardı ki nefes alamıyorsun. Kendime gelmeye çalıştım. Kahvaltı, hazırlanmak süslenmek derken saat 12yi geçiyordu. Arkadaşımla buluştum, çok özlemişim kendisini. Bir arkadaşla altı ayda bir görüşmek iyi bir şey değil. Bir keresinde arkadaşımla öyle bir kaptırmışız ki tam beş saat hiç susmadan aynı mekanda sohbete dalmışız. Sanırım kız olmak bu işte… Neyse bu sefer başka bir arkadaşımla görüşmek için yola çıktım. Herkes şapkama bakıyordu. Büyük sanki 90lardan kalma şapkaydı. Ama işlevi çok iyi, çünkü omuzlarımı güneşten koruyordu. Arkadaşım beni görünce haliyle dalga geçti. Umursamadım, güldüm geçtim. Sahile indik dolaşırken şu manzara ile karşılaştık:



Evet orada “denize girmek yasaktır” yazıyor ve insanlar denize gidiyordu. Gerçekten yüzme bilmeyen insan o denizde boğulabilirdi. Çünkü denizin dibindeki kum insanı çekiyordu, bir de buna dalgalar eklenirse sonuç kaçınılmaz… çok ilginç değil aslında bu görüntü. Çünkü yaz aylarında televizyonda haberlerde görmeye alıştığımız bir manzara. Denize giren kişilere bunu anlatamayız tabi…
Çimenlerde oturmak zevkliymiş. Ayaklarımı çıkarıp çimenlere de basmayı unutmadım tabi, vücudumdaki elektriği biraz alsın istedim. Fazla mı aldı toprak anlamadım çimenlere oturunca kalmak istemedim. Zorla da olsa kalkmalıydım çünkü bir başka arkadaşla daha görüşecektim.
Son olarak günümü kahve içerek sonlandırdım. Eve gelirken günün sonunda hava özür dilermiş gibi rüzgar esti. O kadar iyi geldi ki bu sıcaklarda, evdeki vantilatörleri, avmlerdeki klimaların verdiği rahatlığı anlayabiliyor insan. Kendi vücut sıcaklığımdan daha da yüksek sıcaklar gelecekmiş. Sonumuz hayırlısı…
Kışın soğuğun derdi, yazın sıcağın derdi hiç çekilmiyor…
O kadar çok şey var ki yapmam gereken, hepsi de gözümün önünde... Okunacak kitaplar, tez için çalışmalar, ales üds soru kitapçıkları, çeviri metni... Hangi birini yetiştireceğim bilemiyorum. Kendimi geliştireceğim diye kendime çok yükleniyorum. Günde bir kitap bitirmek demek günde 12 saatimi rahat ayırmam demek. Yapmadığım bir şey değil bu. Çok güzel bir şey ama insanlarla konuşmaktan çok kitapların içinde yaşar oluyor kişi.
Kişi bu durumda ne yapmalı? sorunun cevabı belli: kalk, çık, gez, dolaş, sohbet et...Her zaman denilen şey ama bu sınav bu rekabet varken aç kalamamak için de çalışmak gerek... Keşke kpss, ygs,dgs,ales,üds gibi sınavlar olmasa, herkes adil bir şekilde hak ettiğini kazansa...
Çok mu ütopik oldu? Evet... kapitalizm baş tacı olmuş dünyada. Evren demiyorum çünkü dünya dışında insan varlığına inanmıyorum. neyse saçmalamadan yatayım ben.

Tatilde Çektiğim Fotoğraflar

 Altınova ile Salihleraltı arasında kalan Bahçeliköy'e gitmiştik. Dayanamadım Fotoğraf çektim. Sanki bana poz verdi ve bu kare oluştu.
 Tanıştırayım. Bu bayan Rose. Av köpeği olsa da çok akıllıdır kendisi. Her sabah kahvaltıya oturmadan önce Babamdan yemek dilenmeyi ve duygu sömürüsü yapmayı çok iyi bilir.
Bu fotoğrafta bahçemizde olan elma ağacı. Elmaların tam olduğunu söyleyemem ama tadı güzeldi. 
Dikiliden İstanbula dönüşte balıkesirin içinden geçtik. Karşıda balıkesin garı var.
Altınovada bir sokak :)
Bu Fotoğrafın orjinali bunun kadar güzel degil. Bu fotoğraf eski türk filmlerindeki kareleri anımsatıyor bana. Salihleraltı Töykö sitesinin girişinde çektim
Çanakkale'den de geçtim. vapurdayken iskeleyi çektim ve ortaya bu kare çıktı. 

Günlük gözyaşı



İnsan birden anlamsız bir şekilde geçmişini düşünmeye başlar. Derinlere doğru giden yolculuktur bu. Nasıl başladı ve nereye gideceğini anlamadan geçmişin verdiği saflığa, hüzne, neşeye, kedere doğru giden bir yol. İnsan zihni öyle bir şey ki geçmişimizi hatırladığımızda sanki yeniden o anı yaşarız. Ama farklı bir şekilde düşünürüz. “keşke”lerden önce sanki o anı değiştirebilecekmiş gibi senaryo içine gireriz. Fakat faydasız olduğu için “keşke”lerin yerini “aynı hataya düşme”ler alır. bir söz, bir eylem, insan hayatının içinde olan şeylerdir. “keşke”ler günlük gözyaşı, “hatalar” günlük gözyaşların kalıcı halleri… ölüm ise her şeyin üstesinde, ne geriye gözyaşı kalır ne de geçmiş yaşanılan bir hayat.

Kafesten Bir Kuş Uçtu (Guguk Kuşu) -2-



Daha önce Guguk Kuşu adlı tiyatro ile ilgili yazı paylaşmıştım. Şimdi ise o çalışmamın devamını paylaşıyorum. Çalışmanın asıl konusu; tiyatroyu kendi gözlemimden yararlanarak, Platon ve Aristoteles'in sanat anlayışlarına göre tiyatroyu yorumlamaktır.
------
Oyunda emirlerle uygulanan bir hayat gösterilir. Korkunun yönetim şeklinde en iyi koz olduğunu, yöneticinin ise her kelimesinde yalan dolu cümleler olduğu, normal olmaya çalışmak deli olmaya çalışmaktan daha zor olduğunu anlatılır. İnsanları uysallaştırmak için kullanılan işkence yöntemleri ve onları sanki bir hayvanmış gibi yönetmeleri, insanların korku ile birleşerek yönetime dâhil olmalarını sağlar. Diğer insanları uyandırmaması için devrim yapma potansiyelindeki insanı keşfedip, onu işlevi olmayan birey haline dönüştürmeleri ise yöneticinin yönetim şeklinin ne kadar acımasız olduğunu gösterir. Buna da toplumda düzen gereklidir temellinde uygulanan bir sistemdir.
Sanatın böyle bir arka planı bize akıl hastanesi aracılığı ile göstermesi soyut bir durum değildir. Çünkü hayatımıza işleyen bu sistemin parçası olarak, sanat olmadan neyin gerçek neyin sahte olduğunu göremeyiz. Bence bu tiyatronun amacı, yaşadığımız hayatı sorgulamamız gerektiği üzerinedir. Kime, neye göre yaşıyoruz? Bunu kitaplardan okuyarak cevaplayamam, soyut kavramları düşünerek de cevaplayamam, tek yapmam gereken sanattan parçalar bulup o parçaları hayatıma yerleştirmemdir. Bu şekilde sanattan beslenen ruhum ve aklım, daha güçlü olacak ve hayatı değerlendirmede ise diğer insanlardan daha iyi anlar duruma gelirim.
Bir durum karşısında ortada çatışma varsa sorun vardır. Sorun var ise de düşündüğümüz soru sorduğumuz anlamına gelir. Tiyatroda belli olan bir “adalet” sorunu vardır. Yöneticinin adaletsiz oluşu ve yönetilenin adalet için hak arayışına girmesi bunun göstergesidir. Adalet kavramı hak ve hukuk içerir. Ayrıca toplum içindeki insanların davranışını gösteren bir kavram olduğu için de ahlak ve din kuralları ile de ilişkilidir. Bu yüzden insanların hak ettikleri şeyler olduğu kadar, hak etmediği şeyler de vardır.
 Platon’un da “adalet” sorunu vardır ve doğru bilgiye ulaşmak için çalışır. Ona göre adalet “ herkesin kendi işini iyi yapması”dır ve herkes kendi işini iyi yaptığında, herkes her kurumdan eşit ve yararlı bir şekilde faydalanabilir. Yani; bir bakıma herkes işinin sınırlarını bilmesi ve işinin ne olduğunu bilmesi adaleti sağlayan noktadır. Mesela; bir kişinin asıl mesleği futbolcu olmaksa ve bir yandan da politika da söz sahibi ise, o kişi futbolcu mesleğini düzgün yapmamış olur. Bu durumda o kişi mesleğinin hakkını vermeden iyi bir şekilde yapmış olmaz.
Platon, hak ve hukuk temelini erdemler üzerine atarak “Devlet”i yazar ve bize uygulanabilir bir sistem olarak gösterir. Hakikati eğitim yolu ile bilebileceğimizi söyler. Onun devletinde sanat kullanmak için öncelikle “sanat nedir?” kavramını açmamız gerekmektedir. Bu soruyu Platon’a sorduğumuzda “Mimesis”tir der. Yani; öykülenmedir, taklittir. Bunun içinde nesnelere bakmamız gerektiğini söyler. Nesnelerde duyulur şeyler(imgelem vs) ve düşünülür şeyler (hipotezler, idealar) vardır. Platon’a göre bilgi ancak düşünülür şeylerle, idealarla ilişkilidir. İde dediği şey ise kavramlardır. Mesela; insan kavramı bir idedir. Doğada karşılığı yoktur, taşı göstererek “bu insandır” diyemeyiz, ancak kişiyi göstererek insandır diyebiliriz. Bu kişiye bakarak insan kavramı hakkında konuşabileceğimiz anlamına gelmez. Kavramı, “insan kavramı”na bakarak konuşabiliriz. Ya da bir şeye güzel diyoruz, “güzellik kavramı nedir?” dediğimizde kafamızda bize göre güzel gelen ve buna bağlı şekillenen şeyler vardır.

Platon bu ayrımı yaparak, bilgi ve sanat ayrımı yapar ve tasarım(imge) denilen şeyin de sanatın nesnesi olduğunu söyler. İmgeler doğada bulunan her türlü canlının vb şeylerin kopyası olabilir. Bu kopyalar da duyusal şeylerdir ve duyusal şeyler de Platon’a göre taklit olduğundan dolayı, bunlar fikir değillerdir. Onun için bilgi epistemedir.
  Aklımızda bir problem vardır ve geçici bir önerme (hipotez) ortaya koyarız ve belli bir süre sonra doğru olabilecek önerme olabilir. Hipotez var olan durumundan işlenildiğinde hayatı şekillendirir. Başka bir örnekle açıklarsam; matematikte bulunan Mobiüs şeridi, ilk başta denklemler ve formüller halindedir. Daha sonra bu günlük hayata kullanımı düşünülmüş ve daha çok makine çarklarında kullanılmaya başlanılmıştır. Öncesinde iki dişlinin üzerinden geçen lastik, tek taraflı aşınırken, Mobiüs şeridi ile sonsuz biçimli olarak hem iç tarafı hem de dış tarafı aşındırarak lastiğin uzun süre kullanımını sağlamıştır. Bu tür hipotezler hayatımızı zenginleştirir. Bu da Platon’a göre düşünülür şeyler olarak var olan şeylerdir.
Düşünülür şeyler ile duyusal şeyler, düşünüyor olmamızın sonucudur. Bu yüzden eksik olabilirler. Çünkü düşünmemizin sınırı yoktur. Öyleyse Platon’a göre sanat eseri üçündür derece kopyadır. Yani; canlılar olarak kişiyi, hipotez/ide olarak insan kavramını gösterdiğimizde imgelemde sanat ve sanatçıya kalır. Ona göre bu durum ise asıl gerçeklik olmaz. Yani; sanatçı ide bilgisine sahip değildir. Mesela; Çanakkale savaşını dışardan yorumlayıp yazmak, savaşta bulunmadan savaşı anlatmaktır. Bu da Platon’a göre taklitten ibarettir ve bu yüzden sanatın bize fazla bir şey vermeyeceğini söyler.
Platon’ nun Devlet’in de ilk önce felsefe okutulmalı ve felsefeyle işleyen bir sistemle devletin oluşumu sağlanmalıdır. Onun devletinde sanatın yeri ise ufak destekler veren bir bütün olarak görür.
Başta anlattığım Platon’un adalet anlayışı ile tiyatrodaki adalet isteği birbirini tamamlar niteliktedir. Tiyatroda adalet arayışı içinde olan McMurpy, yöneticinin de kendi işini düzgün yapmasını ve yönetilenlere çok karışmamasını ister. Ayrıca McMurpy hemşirenin hastaları yönlendirmesi, hemşirenin kendi isteğine göre olmaması gerektiği söyler. Hemşirenin yaptığı bir bakıma toplumdaki rolünden kaynaklanan “hasta” sıfatında gelen insanların orada kalmasını sağlar. Bunu da insanların zayıf yönlerini kullanarak yapar. Çünkü eğer o insanlar olmazsa, bir bakıma yöneticinin de işi olmaz. Oyunda adalet ve düzen başhemşireye göre düzenlenir. Hayatımıza işleyen bu sistemin parçası olarak, sanat olmadan neyin gerçek neyin sahte olduğunu göremeyiz demiştim. Sanat bizde bir duygu uyandırırsa ve oyunu izledikten sonra bambaşka bir şekilde düşünmemizi de sağlarsa bu hakikattir. Platon sanatın bu yönünü fark eder fakat tanrısal bir durumdur diyerek kapatır. 
Aristoteles ise toplumsal ve etik işlevini düşündüğü için, tragedya üzerinden sanat yapar. Ona göre insan taklit yapma içgüdüsüne sahiptir ve aynı zamanda taklit yapmaktan zevk alır. Aristoteles, Platon gibi sanatın “Mimesis” olduğunu, yani taklit olduğunu düşünür. Fakat Aristoteles, taklit olarak sanatı üçe ayırır.
İlk olarak nesneler bakımındandır. Platon’a göre imgeler nesne edilir, Aristoteles’te insanlar eylemleri bakımından taklit ederler. Ona göre sanatın nesnesi insan ve insan eylemleridir ve ya iyi insanların ya da kötü insanların eylemlerinin taklididir. Mesela; bir bebek kendi gelişim sürecinde nesnelere bakarak ve iyi ya da kötü insan davranışlarını izleyerek, onların eylemlerini anlaması ve kendisine edinmesi, insan eylemlerini taklit etmesidir.
 İkinci olarak araç bakımından taklittir. Burada ritim ya da söz kullanılır. Günümüzde de sanatın imgelerle konuştuğunu söyleriz. Hem müzik, hem ritim hem de oyunu içeren tiyatrolar gibi.
Üçüncüsü ise belirli bir tarzda taklit etmemizdir. Bunlarda hikâye, eylem ve etkinlik olarak ortaya çıkar. Mesela; bir oyunda hikâyeyi ya bir kişi ya da var olan hikâyeyi aralarda tek bir kişi anlatır. Geri kalan sahneleri görsel biçimde sunmak, bedenen eylem ve etkinlikleştirilmesidir. Bunlarda (hikâye ve eylem, etkinlik) kavramlara örnektir.
Aristoteles Tragedyanın, iyi insanlarla ilgilenen sanat olduğunu, komedinin ise kötü insanlarla ilgilenen sanat olduğunu söyler. Ayrıca ona göre Tragedya, iyi insanların eylemlerini taklit eden ve soylu olanı inceleyen türdür. Soylu olan ise; ahlak açısından erdemli olan demektir.
Aristoteles “ Trajedi tarihten daha önemlidir” der. Çünkü “tarih olanı inceler, sanat olması gerekeni, muhtemel olanı inceler”. Sanat bize, kendi hayatımızda olmayan şeyi, başkasının hayatında nasıl olduğunu ve sonunda onun hayatını nasıl etkilediğini gösterir. Tiyatroda bunu görürüz. Orada ki insanların neden akıl hastanesinde olduğunu görmek önemlidir. O mekân, toplumdan dışlanmış olan insanların toplandığı yerdir. “O insanları neden toplumdan dışlıyoruz?” sorusunu akla getirerek normal olmaya çalışmanın deli olmaya çalışmaktan daha zor olduğunu görürüz. Sanatsa bize bunu göstererek, yaşamadığımız şeyleri anlamamızı sağlar. Yani; bu tür şeyleri deneyimlenmiş oluruz. Tarih böyle değildir ve sanatta anlatılan şeyler ile hayatımızın bakış açısını zenginleştirir.
Komedinin kötü insanları ve eylemlerini taklit ettiğini söyledik. Aristoteles’e göre komedi dağınıktır, başı ve sonu olmayandır. Ona göre hayat “komik değil, trajiktir.” Onun felsefesinden bu çıkmaktadır.
Aristoteles soyluluğa önem vermesinin sebebi, adalet duygusu olan ve hak arayışına giren insanın da erdemli olduğunu düşünmesindendir. O halde; Aristoteles’e göre McMurpy erdemli bir insandır. Çünkü McMurpy, adalet ve hak arayışı peşinden koşmak isteyen fakat bir türlü eyleme geçemeyen insanların titreyerek kendilerine gelmesini, yöneticiden korkmayarak yaşamayı yaşamak olarak nitelendirdiği ve bunun için çabaladığı üzere erdemlidir. Aslında Trajedi McMurpy’nin hayatının içindedir. McMurpy, kumar, sigara, hayat kadınları ile birlikte olma gibi ahlaken kötü davranışlar sergilese de yönetici karşısında eylemlerinin özgür olabilmesi için uğraşır. Bu durumda McMurpy’i eylemleri üzerinden değerlendiremeyiz. Düşüncelerde erdemli olmak ve iyi olmayı yakalamak hayatın temelini içerir. Yani; erdemleri savunan insanlar olduğu sürece trajedi hayatın içindedir.
Aristoteles’e göre gerçek sanat dediğimiz şey trajedidir. Bunun işlevi de “Katharsis” dir. İnsanın kötü duygulardan arınmasıdır. Kıskançlık, kin gibi duyguların ortası yoktur. Bu tür duygular korku ve acıma duygusu yaratılarak arındırılır. Bu yüzden “Katharsis”; ruhun korku ve acıma ile ruhun kötü duygulardan arınmasıdır.
“Katharsis” insanı arındırırken, bir yandan da yeniden değer yaratmasını sağlar. Mesela; tiyatroyu izledikten sonra değerlendirmek, kişiliğime bir katkı sağlar. Bu yüzden hayatın tüm olan bitenine karşı güçlendirir, cesaretmi arttır. Reis’inde içinde olduğu durumda bunun gibidir. McMurpy’nin trajedi olan hayatının içinde bulunmuş ve sonunda yok olduğunu görünce Reis’in kişiliğine damga basılır. Sonunda oluşan durum onu güçlü kılar. Cesaretini toplayıp kasayı kaldırır. Bunun alt nedeni “Katharsis” in temelinde bahsettiğimiz gibi, ruhun acıma ve korkuyla, ruhun kötü duygulardan arınması, cesaret kazanmasıdır. Özetle; “Katharsis insanın parçalanmış bütünlüğünün yeniden kurulmasıdır, arınma etik bir arınmadır; ‘rasyonel bir akla’ davettir; ahlaksal iyiyi doğruyu akılla bulmadır; kaderin rastlantısallığına ve hayatın bilinmeyenlerine karşı cesaretle savaşmadır; özgürleşmedir; yeniden değer ve kişilik yaratmadır; zihinseldir.”[1] Bunun sonucunda “Ataraxia” olur. Dinginlik demektir. Ruh kötü durumdan arınınca dinginliğe sahip olur.
Platon’da en iyi arınma akıllı ruh durumudur. O,duygularla değil, akılla eylemlerimize yön vermemiz gerektiğini söyler. Bu yüzden de tragedya eleştirisi yapar. Tragedya duygularımızı harekete geçirerek bizi zayıf kıldığını Devlet’inde anlatır. “ tartışma yöntemiyle gerçekleşen doğru bilginin aracı, tartışmanın kendisi (dolayısıyla da dil) arınmanın amacıdır. Platon’da doğru bilgiye giden bir yol olarak Katharsis zihinseldir, bilgi içindir. Platon’un anlatmak istediği sanatın bilgisi değil, ideaların bilgisidir. Aristoteles ise Katharsis’i tragedyanın özüne yerleştirir. Mimesis ve Katharsis kavramlarını birlikte alır. İki kavramın amacı da yeniden yaratmadır, “Poesis”tir. [2]” 
Sonuç olarak; sanat yaşadığımız hayatı sorgulamamız gerektiğini düşünmemizi ve zaman içerisinde kendimizde yaşamadığımız, göremediğimiz olayları ve yaşantıları, sanat kendi aracılığıyla, yöntemleri ile bunları görmemizi sağlar. Bizi cesaretlendiren, titreyip kendimize gelmemizi sağlayan sanattır. Bu şekilde dinginliğe sahip oluruz ve erdemli bir şekilde kendimizi geliştirebiliriz.


[1] Hülya Can, “Aristoteles’te Katharsis Kavramı” s. 6
[2] Hülya Can, “Aristoteles’te Katharsis Kavramı” s.3,4


Doc. Dr. Yavuz Adugit'in verdiği estetik dersi ile ödev olarak bu yazı hazırlanmıştır. Kendisine verdiği ders ve bilgiler için teşekkürlerimi sunarım.